Baharın kendini göstermeye başladığı ilk günlerden birinde, bulunduğu semte adını veren bir eve doğru taş basamakları tırmanıyorum. Bu evin adının anlamı 'kuş evi'... Bu evin adı 'Aşiyan'...
O uzun taş basamakların her üç basamakta bir varılan sahanlıkları, kıvrıla büküle, "sanat için sanat" diyen Edebiyat- ı Cedide akımının doğduğu Servet-i Fünun döneminin büyük şairinin, Tevfik Fikret'in evine götürüyorlar beni. Evin bahçesinden içeri girdiğimde, şehrin çirkin, kalabalık gerçeklerinin silikleştiğini, gürültülerinin çok uzaklardan gelen ve tekdüzeliğiyle rahatsız etmeyen bir tür mırıltıya dönüştüğünü fark ediyorum. Boğaz'ın eşsiz manzarası, cömert bir kadın gibi bütün güzelliği ve diriliğiyle sere serpe uzanıyorken, karşı kıyıdan görünen Küçüksu Kasrı naif bir gelin gibi, şehrin utangaç yüzünü yansıtıyor.
Evin önündeki banklardan yalnızca biri dolu ve o bankta oturan genç çiftin Tevfik Fikret aşkıyla buraya gelmedikleri pek belli... Mutsuzluğu ve asabiliğiyle bilinen bir şairin evinin önünde neşeyle gülüşen bu gencecik insanların varlığı, evin içine sindiğini düşündüğüm o sonsuz karamsarlıkla çelişiyor. Dışarıda hayat var ve akıyor ama eve baktığımda, evin belirsiz bir zamanda öldüğünü, artık nefes almadığını, insansız pencerelerinden, gıcırdamayan döşemelerinden anlıyor ve ancak içerdeyken hissedebildiğim bu duyguyla ürperiyorum. Şairin ölümünden sonra Robert Kolej öğrencilerinin pansiyonu haline gelen evde, şimdi iki müze görevlisinden başka kimse yok; ev o müthiş sessizliği içinde, duvarlarındaki klimalarla ayak uydurmaya çalıştığı zamana suskun tarihiyle karşı koymaya çabalıyor sanki.
Hayatı boyunca insanlara güvenememiş, sürekli bir kuşku ve karamsarlık içinde yaşamış, melankolik, kimi zaman önlenemez ve hafifletilemez öfke nöbetleriyle sarsılarak etrafındaki insanları kırmaktan çekinmemiş bir şairin, planlarını kendi elleriyle çizdiği, hatta yapımı sırasında işçilerle beraber çalıştığı, gençliği boyunca gerçekleştirmek istediği 'inziva' fikrini hayata geçirdiği bu üç katlı ev; devrin çöküş aşamasındaki Osmanlı Devleti'nin başkentinde ama başkentin entrikalarına uzak, buna karşın tüm gerçeklerine kuş bakışı bakılabilecek bir biçimde Rumelihisarı'nın tepelerinden birinde adına yakışan edasıyla adeta bir kuş evi gibi konumlandırılmış.
Gerçekten de gençliğinde, bu kara baskı rejiminden kurtulmak için Yeni Zelanda'ya yerleşme hayalleri kurduğu, bu gerçekleşmeyince de bir tanıdığının Manisa'nın köylerinden birindeki çiftliğinde, "bin kocadan artakalan bakire dul" dediği İstanbul'dan uzakta, birlikte sükûnet dolu bir hayat geçirmek istediği arkadaşları; Fikret'in evinin şehirden yalıtılmış halinin ve uzaklığının sadece bir görüntüden ibaret olduğunu, o eve her gidişlerinde, memleketin gidişatıyla ilgili anlamadıkları ya da göremedikleri pek çok şeyi, evden çıkarken anlamış olduklarını anlatırlardı. Artık arkadaşlarının girip çıkarken kullandıkları ve küçük ahşap bir köprünün sonunda doğrudan çalışma odasına açılan o kapı kapalı; şimdi Boğaziçi Üniversitesi'nin kullandığı binada, o dönemlerde eğitim veren ve Fikret'in hayatının son dönemlerinde çalıştığı Robert Kolej'in hemen yanındaki bahçe girişi de taşlarla örülmüş. Fikret'i görmeye ve anlamaya gelen biz izinsiz ziyaretçiler, yanına onun bir büstünün yerleştirildiği bir başka kapıdan eve giriyoruz. Onun evine girerken baktığım büstündeki hoşnutsuz yüzü beni tedirgin ediyor, sanki o derin inzivasını bölmüş gibi hissediyorum kendimi, aceleyle giriyorum eve.
Salonda Servet-i Fünun döneminin ünlü yazarları ama en çok da Abdülhak Hâmit karşılıyor beni, Tevfik Fikret'in evinin büyük salonu, kadim dostlarının, çerçevelerin içinden bakan ve gülümsemeyen yüzleri, camlı muhafazalarının içinde sergilenen kişisel eşyaları ile kimi kitaplarının ilk baskılarıyla işgal altında.
Aile Dramı
İşte onun kullandığı büyük koltuk, hemen yanı başında büyük bir şömine... O şöminenin karşısına geçip uzun uzun hacda kaybe